Uyuyamıyordu. Dönüp dururken saate bakmak da içinden gelmiyordu, ya yine sabahın altısı olmuşsa? İçtiği her yudum kahve için kendine bir kez daha lanet etmek istemiyordu. Şu horozları biri susturmalı, civcivin olmadığı bir yerde horoza ne gerek vardı? Horoz bombası biyolojik silah tanımlamasına girer mi acaba? Gerçi insanlar ölüm karşısında bu kadar duyarsızlaşmışken hiç kimse 3 5 horozun hesabını sormazdı herhalde. Savaş çıkabilirdi ama, o zaman biyolojik silah yapıp düşman horozlarını katletmekten savaş suçlusu sayılırdı. Bu arada savaşın kendisi en büyük suçken savaş suçu nasıl bir vahşetin tanımı olabilirdi? İnsan öldürmenin meşru olduğu bir yerde suçun suçunu mu bulacaklardı? Neyse bunlar karmaşık şeylerdi; komşularını ve horozlarını düşman olarak görmekten vazgeçmeliydi artık. “Sağ omzun üstüne yatın diyorlar” bir de öyle denedi.
Dün de uyumamıştı, ölümü düşünmüştü. Ölümün sarsıcı ürpertisi mi uyutmamıştı yoksa uykusuzluğun tahrip gücü yüksek hareketsizliği mi ölümü düşündürmüştü bilmiyordu. Çok düşündü, ölüm bir karanlıksa uğruna çok çaba sarf ediliyordu; yok eğer yaşam, sonrası için bir provaysa kimse rolünü layıkıyla oynamıyordu. Demek ki sonrası kötüydü. İnsan yorgun ölmeli diye düşündü, göz kapakları kirpiklerinin ağırlığına dayanmamalı, şıp diye kapanmalı. Sevdiklerinden izin de alınmamalı ki tereddüt edilmesin. Her uyku bir ölümdür dedi, saadeti uyanacağını bilmende ya da zennetmende gizli. Çok daha garip şeyler düşündü onlar hep uykuyla uyanıklık arasındaki muğlak çizgide izlerini kaybettirdi. Uykusuzluk sorunu olandan filozof olmazmış, zaten herkesin her şeyi bildiği bir düzende filozof da olmazmış.
Yarın da uyuyamayacaktı, kalemini çalmışlardı. Kaleme üzülecekti elbet ama çevresinde potansiyel hırsız olması onu daha çok tedirgin edecekti. Bu tedirginlik ve üzülme durumu tamamen kendi hesabınaydı. Kalemin yeri dolabilirdi ama ya şu masa lambasına taktığı saç tokasını çalsalar? Ucuz Hatıralar Dükkanı açılmalı diye düşünecek ve bu fikrin imkansızlığıyla kederlenecek. Ne olurdu yani böyle bir dükkan olsa da insanlar anlattıkları hatıraları tekrar yaşasa. Saç tokasına baktı, yerindeydi. “Gelin beni çalın” der gibi işveli bir bakışı da yok değildi sanki. Kalem de kesin kendini çaldırdı. Müphem bir yazıdan bıkmıştı, yemek tarifi yazmak istiyordu belki.
Uyuyamıyordu. Ulumaktan yorulmuş sokak köpekleri fellik fellik bir şeyler arıyordu. Arada haykırışları, bağırışları… Uyumak ne mümkün. Köpekler arasında yüz binlerce yıldır süre gelen bir cihan harbi olduğu fikrine kendisini inandırdı. Timsahlar gibi olmalıydılar, yoksa hayat onlara da insanlara da zordu.
O uykuya gitmiyordu, uyku ondan gidiyordu sanki. Ağırlaşan göz kapaklarına sahip olması gerekirken gerilmiş kaslara sahipti. Hatıraların masumiyetini düşündü. Zihnimizde kalanlar en masum olanlar mıydı yoksa bizim yer gösterip buyur ettiklerimiz mi? Zamanında büyük bir suç olarak kabul edilen ve bilinse asla affedilmeyecek olan Zehra’nın çantasına sümüğünü sürme meselesi şimdi niye masum bir hatıraydı ki? Zalimliğin zaman aşımı olmalı diye düşündü. Sümük 2 yıl, köpek tekmelemek 5 yıl, insanlardan sabun yapmak 60 yıl. Diğer türlüsü mümkün görünmüyordu, her suç kendi bahanesini; her bahane ise bir sonraki suçu yaratırdı. Bunları düşündü.
Kaçta uyumalıydı onu da bilmiyordu. Sorguladı kendini ne yapacaktı? Sevgilisinin yanına mı gidecekti? Hayır sevgilisi yoktu zaten. Bir işi desen en son ne zaman olduğunu bile hatırlamadı. Prangalar devrinde büyük lüks diye iç geçirdi; hayır hayır geri al yazdıklarını, iç geçiremedi. Asıl lüks bilmem kaç saattir yatağında mışıl mışıl uyuyan insanların sahip olduğu.
Uzaktan bir fren sesi duydu, çarpışma olmadı. İçten içe kaza olsun diye yakaran insanları hatırladı. Düşünceleri muğlak, muallak bir hale geliyordu bile. Yoksa uyuyacak mıydı? Kim bilir belki farklı bir aleme uyanacak.